BLOG

Mevsim; Yaz, Mekan; Ege sahillerinde bir yazlık, Zaman; Bir Cumartesi akşamı Ortam; Mangalın kokusu ve leziz mezelerin eşlik ettiği rakı sofrası Katılımcılar; İçinde Baby-boomer, X, Y ve Z kuşağını barındıran toplam 7 kişiden oluşan sevimli bir aile, benim ailem 😊 Masa başı sohbetimizin konusu; Bir soru: “Yaşadığımız hayat ne kadar bize ait?”

Çocukken en sevdiğim oyun ip atlamaktı. Teneffüs aralarının bitmemesi için dua ederdim. Hatta derse geç kaldığımız bile olurdu. Kan ter içinde derse geldiğimizde sevgili ilkokul öğretmenimin bakışlarını halen hatırlarım. İp atlamayı neden bu kadar sevdiğimi yıllar sonra kendime sorduğumda karşılaştığım cevap; o dönemin en güzel spor aktivitesinin ip atlamak olduğuydu. Liseye gelene kadar da doyasıya ip atladım. Bedenimin esnekliği, güçlü duruşu ve çevikliği ne kadar güzeldi.

Küçük bir çocukken anneannem ile bir oyun oynardık. Elimi eline alır avucumu açar, içine bir kuş kondururdu. Parmaklarımı baş parmağımdan başlayarak tek tek tutup; “Buraya bir kuş konmuş. Bu tutmuş, Bu ayıklamış, Bu pişirmiş, Bu yemiş; Bu da akşam işten eve gelmiş hani bana hani bana demiş…”

X kuşağının bir temsilcisi olarak üniversite sınavına 90’lı yılların başında girdim. Bizim zamanımızda sınava girmeden önce meslek tercihleri yapılırdı. Gelen sonuçda da direk kazandığımız bölüm yazardı. Endüstri Mühendisliği üçüncü tercihimdi. Birinci ya da ikinci tercihimi kazanacağımdan o kadar emindim ki üçüncü ve sonrası tercihlerime ne yazdığımı hiç dikkate almamıştım.

Tolstoy kısa hikayelerden oluşan “İnsan Neyle Yaşar?” kitabında, çiftçi Pahom’un hazin ve ibretlik öyküsünü anlatır. “Sıradan kendi halinde bir çifçi olan Pahom, daha zengin bir hayatın hayalini kurmaktadır. Uzak bir yerlerde, cömert bir reisin karşılıksız toprak verdiğini duyunca, daha çok toprak elde etmek için reise gidip talebini iletir. Gerçekten de Reis herkese istediği kadar toprak veren cömert biridir. Pahom’a...

Epictetus ; “ Bir insanın anavatanı çocukluğudur. ” der. Çocukluk anılarıma gittiğimde şu anki beni tanımlayan ilk durağın, “Sanat” olduğunu görürüm. İlk sahnemi 6 yaşında anneannemin evinde, teyzemin odasındaki aynanın karşısında almıştım. Şu an 48 yaşındayım ve halen ayna karşısında yaşadığım o anın, bende bıraktığı büyülü etkiyi hatırlar ve çok mutlu olurum.

Sevgili Zehra ve Mine “Mizah” üzerine bir sohbet programı tasarladıklarını söylediklerinde benim bu programda işim olmaz diye düşünmüştüm. Çünkü kendimi bildim bileli mizah , komiklik ve espritüellik hiç ilgi alanıma girmedi. Tam tersi ciddi olmanın doğru olduğunu düşünenlerdendim. Oysa ki hayatın akışında doğru ve yanlış kavramlarının bildiğimden çok daha farklı olduğunu özellikle pandemi döneminde deneyimleme fırsatı yakaladım.

The Energy Project’in CEO’su ve “Yüksek Performans Teknikleri” kitabının yazarı Tony Schwartz, Harvard Business Review’da yayınlanan “Hayatta Kalma Alanınızda Takılıp Kaldığınızda Ne Yapmalısınız?” isimli yazısında; “enerjimizi nasıl daha ustaca yönetebileceğimizi” dair yaptıkları bir araştırmadan bahseder. Bir kişinin gün içinde bulunabileceği enerji seviyelerini 4 farklı moddan oluşan bir kadran üstüne oturtur. Performans alanı, Hayatta kalma alanı, Tükenmişlik alanı ve Yenilenme alanı.

Uzun süredir kafamı kurcalayan ve yazmak için elimin zor gittiği bir konu olan din; Netflix’de belgesel tadında yayınlanan “The Family” dizisini seyrettikten sonra beni harekete geçirdi. “The Family”, gizliliği kendisine prensip edinmiş, oldukça yaygın bir Hristiyan grubun dünya çapındaki hedeflerini gerçekleştirebilmek için Amerika-Washington,D.C.’deki nüfusunu kullanma mücadelesini anlatır.

Offf hava çok sıcak. Karnım da çok aç. Etrafta ne kadar çok pire dolaşıyor böyle. Isırdıkları yerlerde canımı yakıyor hani. Sıcağın ve açlığın üzerine de hiç çekilmiyor. Limanın köşesindeki tahıl ambarını neden kapattılar sanki; ne güzel karnımızı doyuruyorduk. Bir an “Aaaa o da ne? ambarın kapısı açık” diyerek koştuğumu ve kendimi ambarın tam ortasında etrafa şaşkın gözlerle bakarak bulduğumu hatırlıyorum. Burası eski haline benzemiyor hiç. Her yer pislik içinde. Ben insanları görüyorum.

Gözümü açtığımda nerde olduğumu hatırlamıyorum. Ayağa kalkıyor, etrafıma bakınıyor, karşımdaki duvara dokunuyor ve sesleri duymaya çalışıyorum. Ayaklarım kendiliğinden hareket etmeye başlıyor. Nereye gittiklerini ya da nereye gitmek istediklerini anlayamıyorum. Yürüyorum. Karşıma bir duvar çıkıyor. Sağım ve solum açık. Hangi taraf? sorusu çınlıyor kulaklarımda . Sağımdan bir şeyin geçtiğini hissediyorum sanki hayal meyal. Oraya yöneliyorum.

Evimize gelişi ile değişimin kaçınılmaz olduğunun en büyük örneğini bana ve aileme yaşatan sevgili kedimiz APPA, sevgisiyle, ailemizin ne kadar değerli bir üyesi olduğunu yeni yılın ilk günü geçirdiği cerrahi bir operasyon ile bir kez daha bana ve aileme gösterdi. Sevginin insanla sınırlı olmadığını, doğanın yaşamın ayrılmaz bir parçası olduğunu ve doğada var olan her öğenin hepimizden bir parça taşıdığını gözlerimizin önüne tüm açıklığıyla serdi.

2022’ye girmemize sayılı günler kala; ilginç bir hikayesi olan ve okuduğum her mısrası ile içimde bir umut tohumu filizlendiren Amerikalı yazar ve filozof Max Ehrman’ın 1927 yılında yazdığı “Desiderata (Dilekler)” şiirini paylaşmak geldi içimden… İlginç olan, çok uzun yıllar bu şiirin 1692 senesinde, Eski Aziz Paul Kilise’nden kalan tarihi bir şiir, bir barış bildirgesi olduğuna inanılmasıdır.

Merhaba Zuhal, Şu an öyle bir yerdeyim ki 2 sene önce hayalini kurduğumuz, olmasını niyet ettiğimiz TEDX İstanbul’a çıkmak üzere hazırlanıyorum. Programın başlamasına bir saat var ve içimden sana mektup yazmak geldi. Çok heyecanlıyım; içim kıpır kıpır. Bulutların üzerindeymiş gibi hissediyorum kendimi. Seninle bugünü birlikte tasarladık. Artık hazırız ve sahneye çıkma zamanı… Şu an üzerinden çalıştığın ve başına gelen şeyler o kadar güzel ki! tadını çıkar. Hem de her anının…

Yaşamın her daim tüm insanlığa bir umut ve fırsat sunduğuna inanırım. Yaşadığımız her olay, karşımıza çıkan her kişi tesadüfi değildir. Tıpkı hayatıma bir anda giren sevgili hocalarım Kabuljan Murzaev ve Mahram Satymbaeva gibi… Kabuljan Murzaev, yaşamının en büyük şanslarından birinin eşi olduğunu “SAKURA Yeniden Doğuyorum” kitabında eşini bir Sakura çiçeğine benzeterek anlatır.

Anne olduğumu duyumsadığım an, Zeynep’in karnımdan çıkarıldıktan sonra bana gösterilen haliydi. Aklıma ilk gelen şey doktoruma bakıp, “sağlıklı mı?” diye sormak olmuştu. Bunu bana söylettiren o zamana kadar yeni doğan bir bebeğe dair duyduğum, öğrendiğim ve bildiğim bilgilerden farklı şeylere tanık olmamdı. Yeni doğan bir bebeğin cildinin rengi pembe olurken benim bebeğimin rengi mora çalan bir kırmızıydı; ağlaması da daha önce duyduğum bebek ağlamalarına hiç benzemiyordu.

8.sınıfta okuyan ve LGS sınavına hazırlanan bir kızın annesi olarak bu soruyu çok kolay cevaplayabildiğimi söyleyebilirim. Cevabım kısa ve net: “Sınavı, hayallerini gerçekleştirme yolculuğunda kullanabileceği bir araç olarak görmesini sağlayan, yaşamını spor ve sanatla desteklemesine alan açan, her daim bir adım gerisinde onu izleyen, güvendiğini dile getiren ve her fırsatta onu kucaklayan bir anne olmak…”

İlkokul birinci sınıfa Eylül 1981’de başladım. Öğrenci olmanın siyah önlük, beyaz yaka, kırmızı çanta ve siyah ayakkabı ile resmedildiği bir dönemdi. O dönemden aklımda kalan ve şu an düşündüğümde ilginç gelen şeylerden biri boynuma taktığım beyaz yakaydı. Özellikle anneler beyaz yakayı çok önemserdi. Anneannemin özenle dantel iplikten ördüğü ve her hafta başı özenle yıkayıp kolaladığı beyaz yakamı halen saklarım.

Yazı yazmaya karar verdiğim anı dün gibi hatırlıyorum. Web sayfamın tasarımında bana destek olan canım arkadaşım; “Senden 1 ay içinde 10 adet makale istiyorum. ” diyerek beni benden almıştı. Hayatında hiç yazı yazmamış, daha da önemlisi yazı yazma konusunda yeteneği olduğuna inanmayan benim gibi birine böyle bir şey söylemenin, o an için büyük bir cesaret gerektirdiğini düşünüyorum.

Bazı şarkılar vardır; içinizi ısıtır, kalbinize dokunur, sizi içine alır, ezgisi ile sarıp sarmalar. Hele ki bu şarkı kendi evinizde ve hiç ummadığınız bir anda kızınızın sesinden kulağınıza geliyorsa, durum daha da tadından yenmez bir hal alır. O an sadece durup gözlerimi kapadığımı ve kendimi müziğin büyüsüne bıraktığımı hatırlıyorum.

Evlilik teklifim hiç hayal ettiğim gibi olmadı. Peki, “ Hayalim neydi?” diye kendime sorduğumda aslında hayalimi de çok net bilmediğimi daha doğrusu hiç dillendirmediğimi ve o anı hayalimde canlandırmadığımı farkettim. Evlilik ile beraberlik arasındaki fark neydi benim için?

Günümüzde mitler varlıklarını, dünyanın değişik yerlerine dağılmış çeşitli geleneksel toplumlar üzerinde yapılan araştırmalar ile ortaya koymaktadır. Bu geleneksel toplumlarda mitlerin yapısını ve işleyişini anlayabilirsek, insan düşüncesinin tarihinin bir aşamasını aydınlatmış olacağız. Çünkü mitler, insan davranışları için model oluştururken hayata anlam ve değer katarlar.

Bir süredir kendimi nasıl anlatırım üzerine düşünüyorum. Katıldığım programlarda, yaptığım işlerde ve yazılarımda hangi yetkinliklerimi kullanırsam kendimi daha iyi ifade edebilirimin cevabını arıyorum. Bu konuya yönelik sosyal medya üzerinde yaptığım araştırmalarda çok ilginç örnekler ile karşılaşıyor; neredeyse bir paragraf uzunluğunda yetkinlik tanımlarını gördüğümde de şaşkınlığımı gizleyemiyorum. Ama şunu iyi biliyorum ki...

Tüm sorularımın cevaplarını düşündüğümde beynimde yanan ışığın beni; Afganistan’ın yıkık dökük duvarlarına acılarını ve umutlarını işleyen yetenekli grafiti sanatçısı Shamsia Hassani’nin “Düş Graffitisi” adını verdiği sergisinin içine doğru sürüklediğini hissediyorum.

Asya’da maymun yakalamak için kullanılan bir çeşit tuzak vardır: Bir hindistan cevizi oyulur ve iple bir ağaca veya yerdeki bir kazığa bağlanır. Hindistan cevizinin altına ince bir yarık açılır ve oradan içine tatlı bir yiyecek konur.Bu yarık sadece maymunun elini açıkken sokacağı büyüklüktedir. Yumruk yaptığında elini dışarı çıkaramaz...

Aynı gün içinde 2 yıldız kaydı gökyüzünden. Ömür, bir varmış bir yokmuş misali; akrebin yelkovanın peşine düştüğü bir zaman oyunun içinde kendini varediyor. Çocukken büyüyüp adam olmanın peşinde koşarken, gençken para kazanmanın ev kurmanın telaşına düşüyor; yetişkin olmanın tadını çıkarmayı hayal ediyor ve zamanı doğrusal yaşamayı tercih ediyoruz. Bense zamanı izafi yaşamayı tercih edenlerdenim.

Pandemi tüm insanlığı hasta ediyor; dünyanın her yerinden orman yangınları haberleri geliyor; sel felaketleri tüm dünyayı kasıp kavuruyor ve bir ülke, tüm dünyanın gözleri önünde parçalanıyor, ülkedeki kadınlar geleceklerine dair büyük endişe içersinde, avaz avaz bağırıyor. Bir soru soruyorum kendime?

İnsanoğlunun en sevdiğim özelliklerinden birisi nedir diye sorsalar aklıma ilk gelen “Merak” olur. Merakla başlar insanın varolma yolculuğu. Öğrenmenin, keşfetmenin anahtarı; sorgulamanın, eleştirel düşünmenin olmazsa olmazı; meraktır her şeyin başlangıcı…

Uzun bir bayram tatilinin ardından cebimde kalanlara baktığımda daha dingin, daha huzurlu, daha hafif, daha keyifli, daha sağlıklı ve daha mutlu bir BEN ile karşılaştım. “Daha” kelimesinin yaşamıma kattığı anlamı merak ettim ve zihnimi biraz kurcaladım.

Amerikalı bir köşe yazarı olan Erma Bomdeck kanser hastalığından ölmeden önce bir yazı kaleme alır. Bu onun son yazılarından biri olmakla birlikte hayata dair muhteşem notlar sunar; “Hayatımı yeniden yaşayabilseydim eğer; hastayken yatağa girer dinlenirdim.”

Bu aralar sabahları içimden gelen sesi duyarak uyanıyorum. Duyduklarım, kalbimden geçenlerin yaşamla buluşabilmesine yönelik küçük tiyolar olduğunu hissettiriyor bana. Kimi zaman beni neşelendirirken kimi zaman da düşündürüyor ve bir şeyler yapmam gerektiğine dair harekete geçmeye zorluyor. Geçen sabah duyduğum, harekete geçiren cinstendi. Kendimi bir an için büyük bir ormanın içinde koşan, dans eden, derin derin nefesler alan ve ağaçlara sarılan halimle gördüm.

Kendimi bildim bileli Türk Sanat Müziği dinlemeyi çok severim. Evimizde her daim çalar ve söylenirdi. Babamın sesinin güzelliği aile arasında dillere destandı. Üniversite yıllarında gönül verdiği Türk Sanat Musikisi serüveni, çocukluk yıllarımda dinlediğim en keyifli hikayelerden biri olmuştur.

Yıllar önce bir soru sordum kendime. “ Kendini tanımaya ne zaman karar verdin Zuhal? ” Gelen cevap : “Kitapların dünyasını keşfettiğim zaman (sanırım 12 yaşlarımda idim)” Arkasından bir soru daha geldi. “ Peki kitapların dünyasına adım attığında seni içine alan ve kendini keşfetme yolculuğuna çıkmana neden olan şey neydi? ”

Yeni şeyleri duymayı, görmeyi, okumayı, seyretmeyi, araştırmayı, koklamayı, tatmayı çok severim. Hele ki sevdiğim bir aktiviteyi yaparken karşıma çıkıyor ise, o zaman daha da tadından doyulmaz olur benim için. Bu ay okuduğum kitaplar sayesinde Uzakdoğu felsefesine doğru yaptığım yolculukta, 2 farklı konu ile karşılaştım. “Kintsugi ve I Ching”

Son 1 aydır kendimi, içinde her tür aksiyon, şiddet, kara para, rüşvet, mafya, polis ve devlet öğelerini içeren bir dizi serisini izlerken buluyorum. Her hafta acaba arkasından ne gelecek diye büyük bir merakla bekliyorum. Sonra bir an kendime geliyor, gözlerimi açıyor ve aslında kahve eşliğinde izlediğimi düşündüğüm dizinin, bir kurgu değil de, ülkemde yaşanan gerçek olaylar olduğunu farkederek yerimden sıçradığımı hissediyorum.

Uzun bir süredir gençler ile çalışmalar yapıyor; onları dinliyor ve söylediklerine kulak veriyorum. Geleceği şekillendirecek fikirlerini, çoşkularını, heyecanlarını, yaratıcılıklarını ve potansiyellerini merak ediyorum. Neleri istediklerine, neleri hayal ettiklerine, nelerin onları harekete geçirdiğine, ve neleri kendi istekleri, neleri de ebeveynlerinin zorlamaları ile yaptıklarına odaklanıyorum.

Çocukken bir an önce büyümeyi ister ve büyüklerin yaptıklarına çok özenirdim. Hatta aralarında konuşurken, “bizim çocukluğumuzda..” diyerek başlayan cümleleri duymaktan hiç hoşlanmazdım. Derdim ki; “Çocukluğun nesi bu kadar güzel?”… Yaş aldıkça bu sorunun cevabını, yaşam bana her haliyle gösterdi.

Yıllar geçtikçe aldığım her yaşın beni bir adım daha kendime yaklaştırdığını farkediyor ve çok mutlu oluyorum. Bir adım daha bilgiden bilgeliğe giden yolculuğumda yol aldığımı hissediyorum. O nedenle kızımın ; “Anne, bir yaş daha yaşlandın 😊” sözüne karşılık, ben de ; “Ne güzel bir yaş daha deneyimlendim, bir yıl daha hayatın tadını çıkarma şansını yakaladım.” diyebiliyorum.

Ve tam bu noktada, gözle dahi göremediğimiz bir virus tüm insanlığa kafa tutuyor. Sen mi güçlüsün yoksa ben mi diyerek üzerinden bir sene geçmiş olmasına rağmen etkisini hala ilk günkü gibi, hatta ondan bile daha güçlü şekilde ortaya koyuyor. Yaşam hakkımızı tehdit ediyor. Yaşam alanlarımızı kapatıyor, kısıtlıyor. Yaşama hakkımızı elimizden alıyor.

Çocukken ne kadar çok büyümek isterdim. Misafirliğe gittiğimiz ya da bize misafir geldiği zamanlar, sessizce bir köşede oturur, gözlem yapardım. Aslında konuşulanlardan bir şey anlamazdım. O an için konuşulanlar, kulağıma tatlı tatlı gelen bir müziğin tınıları olurken, gördüklerim de severek izlediğim bir çizgi filminin en neşeli bölümleri olurdu. Bir an da kendi hayal dünyama dalar, birisi bana sesleninceye kadar da orada vakit geçirirdim.

Tarih, tozlu sayfaları arasında destanlar, efsaneler, savaşlar, kahramanlar, tanrılar, tanrıçalar, krallar, kraliçeler, dahiler ve nicelerini barındırır. Nedense bu süreçte fazlasıyla dikkatimi çeken, tarihin aslında bir olağanüstü olaylar ve kişiler (kahramanlar) zincirinin halkaları olarak yüzyıllardır devam etmesidir. Fakat yazıyı icat eden Sümerliler’e ait bulunan kil tabletleri okuduğumda, tarihe yönelik hissettiğim bu olağanüstülük yerini gayet basit ve gerçek yaşam öykülerine bırakır.

Einstein ABD üniversitelerinde konferans verdiğinde, öğrencileri ona sık sık : “Tanrı’ya inanıyor musun?” sorusunu sorar ve Einstein da hep şu yanıtı verirdi: “Spinoza’nın Tanrı’sına inanıyorum. Spinoza’yı okumayan kişi aynı yerde kalır…”

Bugün gökyüzünden bir yıldız kaydı. Hem de en parlak olanlarından. O kadar güzeldi ki, arkasına takılıp gidesim geldi bir an. Dedim ki : “Nereye gidiyorsun?”

Kadın kimdir? Kadınlık denilen şey gerçekte nedir? Tarih der ki : “İlk insan Adem’dir. Erkektir. Havva, onun kaburgasından yaratılmıştır. Adem’in eşidir.” O zaman kadın ve erkek bir’dir. Biribirini tamamlayandır, bütünleyendir. Eril ve Dişildir. Anne ve Baba’dır.

Platon ile birlikte Batı düşüncesinin en büyük filozoflarından sayılan Aristo, ikna kavramı üzerine MÖ 3.yüzyılda ortaya koyduğu ve adına Aristo’nun retorik üçgeni adına verdiği kuramda üç temel öğeden bahseder: ETHOS, PATHOS ve LOGOS Bu retorik üçgen kuramı, başta pazarlama ve reklamcılık sektöründe olmak üzere bir çok alanda insanlar tarafından baz alınarak kullanılır. Aslında her bir öğe, konuşmacı ve izleyici arasındaki farklı bir çekicilik unsurunu çağrıştırır.

Ey Aşk, Yüce Aşk, sen nelere kadirsin !!! Nesilden nesile anlatılan, diyarlardan diyarlara meşk edilen, dilden dile dolaşan, masalsı dünyalar içinde varedilen, adına destanlar, şiirler yazılan ne aşklar, ne kara sevdalar gördü şu fani dünya.

Ömrünü kuşları izleyerek geçirmiş Fransız kuş bilimci Philippe J.Dubois ve filozof Elise Rousseau, kuşların yaşamlarından ilham almış yirmi iki küçük hayat dersi ile evrimin tepesinde olduğunu düşünerek kendini “dünyanın efendisi” ilan eden bizi; önce kendimiz üzerine düşünmeye sonra da kanatlarımızı açmaya davet ettikleri, “Kuşların Felsefesi” adlı kitaplarında, insanoğluna kuşların dilini kullanarak seslenir:

Çok sevdiğim bir dostum der ki : “ İçimde çalan muhteşem bir müzik var, o müziği gönlümce yaşamaya izin veriyorum kendime. Bazen dillenir sözümde, bir şarkının mısraları olur; bazen de demlenir özümde, bedenimin raks-ı şahanesine dönüşür.”

Sosyal medya bir çılgınlık mı? yoksa bilgeliğe giden yolda bizi bilgiyle donatan, insanlarla buluşturan ve potansiyelimizi ortaya çıkarmak adına kullanabileceğimiz bir araç mı? Bu aralar zihnimde bu iki sorunun sahipleri ile sıkı bir tartışma halindeyiz. Önce sosyal medya fenomeni olanı konuşmaya başlıyor. O çağımızın çılgın gençlerinden.

Washington Post’da yayınlanan bir habere göre, araştırmacılar tarafından yapılan bir deney, dürüstlük ve zeka arasındaki bağı ortaya koydu. Araştırma şöyle: Kapalı bir kabine alınan kişilerden, tek başlarınayken zar atmaları ve dışarı çıkınca zarın sonucunu söylemeleri istendi. Zar atan kişilere, zarın üzerinde yazan sayı kadar para verileceği söylendi. 1 atanlara 2.5 dolar verilirken, 2 atanlara 5, 6 atanlara ise 15 dolar verilecekti.

Amerikalı bilim kurgu ve fantezi yazarı Brandon Sanderson : “ Bir masal size ne düşüneceğinizi söylemez, ama size üzerine düşünülecek sorular verir.” diyerek masalların yüzyıllardır hayatımızda nasıl varolduklarının cevabını verir ve her çocuğun yaşamı, sorular sorarak öğrendiğini bir kez daha hatırlatır hepimize.

Rusya’da en yüksek not 5 iken, bir çocuğun boş kağıt verse bile alabileceği en düşük not 2 imiş. Bu uygulamadan yeni haberdar olan biri, şaşkınlıkla Moskova Üniversitesi’ndeki Dr.Theoder Medraev’e sormuş : “ Boş kağıt veren bir öğrenciye neden “0” yerine “2” veriyoruz, niye öğrencilere adil davranmıyoruz?”

Bir şeyleri yapmak için bizi motive eden, ona verdiğimiz değer ve anlamdır. Kendi değerimizi bulmak ve potansiyelimizi ortaya çıkarmak ise, bizi harekete geçiren en değerli hazinedir. İnsanoğlu içindeki mucizevi gücü keşfettiği, potansiyelini açığa çıkardığı ve aslında buna ulaşmanın çok kolay olduğunu farkettiği anda çağın en önemli buluşunu gerçekleştirmiş olacaktır. Hepimiz içimizdeki gücü arıyoruz.

Bundan 2500 yıl önce Sun Tzu, savaş sanatında şöyle der : “ En büyük zafer savaşmadan kazanılandır.” Savaşmadan zafer kazanmak için ne ile karşı karşıya olduğumuzu bilmenin önemini vurgular. Bundan 500 yıl önce ise modern felsefenin kurucularından Francis Bacon, 17.yüzyılda Latince olarak yazdığı modern düşüncenin ve bilimsel bilgiye ulaşmanın en önemli kaynaklarından biri kabul edilen Novum Organum’da : “ Anlamak, bilmektir; bilmek, hükmetmektir.”

Kendimi bildim bileli çizgi filmleri çok severim. Çocukluğumda seyrettiğim çizgi filmleri halen hatırlarım. Heidi, Şeker Kız Candy, He-man ve Voltran aralarında en sevdiklerimdir. Her çocuk çizgi filmleri sever diyebiliriz. Özellikle son 10 yıl da çizgi filmlerin dönüşüm geçirerek animasyon filmleri halini almasından bu yana, “Çizgi filmleri sadece çocuklar sever” görüşümde ciddi değişiklik olduğunu farkediyorum.

Sanat, Bilim ve Tarih alanlarında kendini gerçekleştiren insanlara kendimi bildim bileli hayran olmuşumdur. Yaratımlarını destekleyen en önemli şey, doğdukları aileye, ülkeye, zaman ve kültüre dair sahip oldukları değerleri, basit ve gözlerinden gördükleri hali ile olduğu gibi ortaya koymalarıdır. Her şey yaşamda varolduğu haliyle tanımlıdır. Onu değiştirmeye ihtiyaç yoktur. Varolduğu hali, gerçek değerini ortaya koyar.

Tarih, tozlu sayfaları arasında destanlar, efsaneler, savaşlar, kahramanlar, tanrılar, tanrıçalar, krallar, kraliçeler, dahiler ve nicelerini barındırır. Nedense bu süreçte fazlasıyla dikkatimi çeken, tarihin aslında bir olağanüstü olaylar ve kişiler (kahramanlar) zincirinin halkaları olarak yüzyıllardır devam etmesidir. Fakat yazıyı icat eden Sümerliler’e ait bulunan kil tabletleri okuduğumda, tarihe yönelik hissettiğim bu olağanüstülük yerini gayet basit ve gerçek yaşam öykülerine bırakır.

Kendimi bildim bileli bir kitap kurdu olduğumu düşünürüm. Velakin bir kitap kulübü ile kitap okumanın hayallerimin, kalbimin ve ruhumun derinliklerine giden kapının sihirli bir anahtarı olduğunu keşfettiğim andan itibaren, kitap okumak benim için daha da paha biçilmez bir hale dönüşmüştür. Kitap kulübü ile başladığım serüvenim, arkasından ortak noktası sadece kitap gibi görünen farklı atölyeleri getirdi bana. Bir baktım ki hiç aklımda yokken birer birer bu atölyelere katılmaya başlamışım.

Büyük usta Nazım Hikmet “Kız Çocuğu” isimli şiirinde, Hiroşima’ya atılan atom bombası ile hayatını kaybeden küçük bir kız çocuğunun duygularına tercüman olur ve insanlık tarihinde yaşanan büyük acıyı onun gözleriyle, onun ruhuyla, onun sesiyle tüm insanlığa anlatır.

Annem lisede Fizik öğretmeniydi. Her akşam ya ders hazırlar ya da sınav kağıtları okurdu. Ders kitaplarına, notlarına göz atmaktan ve sınav kağıtlarına bakıp öğrencilerin kaç aldığını gizli gizli izlemekten çok keyif alırdım. En büyük zevkim, annemin o zamanlar fotoğraflı küçük not defterini alıp içine bakmaktı. Her sınıfın başarılı başarısız öğrencilerini tespit eder ve yıl boyunca takip ederdim. Hatta ara ara anneme de sorardım. Yıllar geçti, ben liseye geldim. Annem fizik öğretmenim oldu.

Halil Cibran der ki : “ Ne olduğumuzu bilmeden, ne olacağımızı düşünmek neye yarar? ” 40.yaşım, yaşam yolculuğumun mihenk taşlarını yerinden oynatmaya başladığım ve bir anlamda gerçek ZUHAL’e doğru start verdiğim bir zaman dilimi olmuştur benim için. Biliyorum, anlıyorum, tanıyorum dediğim bir çok şeyin aslında hiç farkında olmadığımı göstermiştir bana.

1961 yılı. Dünya tarihine geçecek olan Domuzlar Körfezi çıkarmasının üzerinden henüz birkaç ay geçmiştir ve esirlerin serbest bırakılması için görüşmeler sürmektedir. Aynı günlerde Nazım Hikmet, yaklaşık altı ay önce evlendiği Vera Tulyakova ile Paris’tedir. Bu yolculuk balayı niteliğindedir. Paris’te kırk gün kalırlar. Nazım Hikmet, Mayıs ayında Dünya Barış Komitesi adına Fidel Castro’ya Barış Ödülünü vermek üzere Havana’ya gider. Ülkeye adım attığında kendini devrimci çoşkunun doruğunda bulur.

Zamanın ve mekanın yokolduğu, Sadece varolduğumu duyumsadığım, Taş gibi donup kalmak deyimini hücrelerime kadar hissettiğim, Her zaman bastığım yerin ayaklarımın altından kayışını farkettiğim, Bir AN… Büyük bir çatırdama sesi, sallanan duvarlar, arkasından kızımın çığlığı, kendimizi koridora atıp birbirimize sarılmamız, sokak kapımızın kendiliğinden açılması ve apartmandan gelen çığlıklar…

Dağ başını duman almış Gümüş dere durmaz akar Güneş ufuktan şimdi doğar Yürüyelim arkadaşlar! Mustafa Kemal, ince ince yağan yağmurun altında Karageçmiş köyüne yürürken, gülümseyerek mırıldanıyordu. Her geceyi güneş boğar Ülkemizin günü doğar Yol uzun da olsa ne var Yürüyelim arkadaşlar!

A.Einstein’ın “ Merakınızın peşinden gidin: benim özel bir yeteneğim yok. Yalnızca tutkulu bir meraklıyım.” sözünü çok severim. Çünkü ben de çok meraklıyım 😊 ve aynı zamanda merak değerim ile keşfettiğim her şeyi paylaşmaktan da büyük keyif alırım.

Televizyonda tek kanalın olduğu yıllarda çocukluk & gençlik dönemlerini yaşayanların hatırlayacağı (tıpkı benim gibi 😊) ve 80’li yıllara damgasını vuran çok güzel bir dizi vardı. “ Beyaz Gölge ” Türkiye’ye basketbolu sevdiren dizi olarak hatırlanan Beyaz Gölge, sakatlık nedeniyle NBA kariyerini genç yaşta bırakmak zorunda kalan eski basketbolcu Ken Reeves’in, çoğunlukla zenci ve latin gençlerin okuduğu bir lisede basketbol koçu olarak işe başlamasının ardından gelişen olaylar zincirini anlatı

Bazen hayatımın belli dönemlerinin tekrar tekrar önüme geldiğimi düşünürüm. Hatta bu düşüncemi ifade etmek için Türkçemizdeki, “ Isıtıp ısıtıp önüne koymak ” deyimini sıkça kullanırım. “ Isıtıp ısıtıp önüne koymak : Daha önce olmuş bilinen bir olayı veya konuyu pek çok defa ortaya koymak, ileri sürmek, tekrar tekrar anlatmak.”

Fizik deyince aklıma her daim, bir elma ile bir ağaç gelir. Beni alıp ortaokul yıllarıma, Orta-3’deki Fen Bilgisi derslerime götürür. Fen Bilgisi öğretmenimiz çok sert bir kadındı. Hepimiz çok korkardık. Ama çok iyi ders anlatırdı. Fen Bilgisi derslerinde çıt çıkmazdı sınıftan. Her hafta laboratuvara gider ve teorik olarak öğrendiğimiz konuların deneylerini yapardık.

Amerikalı yazar ve doktor Bernie Siegel’ın, geçen hafta dinlediğim bir konferansında dile getirdiği; “ Canını kurtarmaya çalışan kaybeder; canını kaybetmeyi göze alan, onu kurtarır.” sözü beni bir süre üzerinde düşünmeye sevk etti.

Hayatımda su ile tanışıklığım 40’lı yaşlarıma rastlar. Çocukken hiç denizi sevmezdim. Halen de yüzmeyi çok bilmem… Sevgili eşimin uzun uğraşları sonrasında, ayağıma palet giymemi iknası sayesinde deniz ve su ile gerçek bir tanışma süreci yaşadım. O gün bugündür deniz ve su en iyi arkadaşlarımdan biri olmuştur. Suyun beni iyileştirdiğine ve arındırdığına inanırım.

Kendimi bildim bileli sanatın her dalı ilgimi çekmiştir ve her daim takibimdedir, vazgeçilmezimdir. Bu nedenle de kulağım, gözüm gelen önerilere her zaman açıktır. İşte onlardan birini geçen hafta yaşadım. Sevgili iş ortağım Tuncel bey vasıtası ile dünya sinema tarihinde çığır açan bir yönetmen ile tanıştım. Alejandro Jodorowsky, aktör, besteci, çizgi roman yazarı, prodüktör, psikoterapist ve yönetmen.

Pandemi süreci bir çok insan için olumsuz olarak algılansa da ben böyle düşünenlerden değilim. Tam tersine gelecek günlerde 2020 senesini, hayatımda karşıma çıkan yenilikleri, fırsatları, mucizeleri, yeni insanları, doğayı, dünyayı, insanlığı ve ailemi daha çok kucakladığım, öğrendiğim, biriktirdiğim ve deneyim kazandığım bir yıl olarak hatırlayacağımı düşünüyorum. Bir webinarda tanıştığım ve sonrasında iş ortağım olan sevgili Tuncel Gülsoy’da, bu dönemin bana kazandırdığı en değerli iyikilerimd

Kütüphanem benim hazinemdir ve her yanına geldiğimde aldığım kitap kokusu, içime müthiş bir huzur verir ve beni kitapların dünyasının içine taşır. Bu sabah gözlerimi açtığımda bir kitap kapağı belirdi gözümün önünde. Kütüphanemin önüne gittim, elimi uzattım ve o kitap hemen elime yapıştı. Kitabın ismini gördüğüm an kalbim yerinden çıkacaktı sanki. Zafer haftasını kutladığımız ve benim de üzerine yazı yazmayı düşündüğüm günün sabahında kitabın elime yapışması tesadüf olmasa gerek…

Uzun süredir gördüğüm bir fotoğraftan bu kadar etkilenmemiştim. Baktığım an fotoğraf beni içine aldı, sanki ruhumu bir yolculuğa çıkardı. O çocukların kalplerini birer birer ziyaret ettim. Onlarla konuştum. Ama dilimle değil, ruhumla, kalbimle, bedenimle. Aynı dili bilmemenin konuşmaya engel olmayacağını deneyimledim. Deneyimlediğim şeyi 5 duyumla hissettim. Güneşi gördüm. Çocukların neşeyle çığlık çığlığa bağırışlarını duydum. Havanın kokusunu içime çektim. Derin derin nefes aldım. Oyun oynaman

Bir çok Şamanik toplumda, kalp acısı, ruh sağlığı bozukluğu, depresyon gibi şikayetlerle Şifa’cıya gittiğinde, sana şu 4 sorudan birini sorar : “ Ne zaman dans etmeyi bıraktın? ” “ Ne zaman şarkı söylemekten vazgeçtin? ” “ Hikayelerden, romanlardan büyülenmeyeli ne kadar zaman oldu? ” “ En son ne zaman sessizliğin latif güzelliğinde teselli buldun? ”

Bu sabah bir sesle uyandım. “ Ding Dong, Ding Dong, Dig Dong, Ding Dong… “ “ Hayırdır inşallah ” dedim. “ Bu ses de ne? Rüyamı görüyorum acaba? “ Sonra gözlerimi açtım. Ama ses halen kulağımda, kalbimde, başımda, bedenimin her yerindeydi sanki.

Bu haftaya sevdiğim bir arkadaşımın paylaşımı ile başladım. Bir süredir adını duyduğum ama dinlemediğim gencecik, pırıl pırıl, enerjik, her haliyle olduğu gibi, içindeki çocuğun sesi ile konuşan, şarkı söyleyen, cıvıl cıvıl ; kendisini caz sanatçısı olarak ifade eden sevgili Karsu Dönmez ile tanıştım. Önce sesini duydum, ardından müziğini hissettim, sonra şarkısını dinledim ve sonra yaşam hikayesine eşlik ettim.

Son 2 senedir hayatıma giren insanları ve mekanları gözümün önünden birer birer geçiriyorum, tıpkı bir filmi izler gibi. Öyle bir yere geliyorum ki tam orada durma ihtiyacı hissediyorum. Orası bir durak. Bu durakta biraz durup dinlemeye ve dile gelmeye ihtiyacım olduğunu farkediyorum. Müthiş bir kahve ve çikolata kokusunun burnuma geldiğini duyuyorum . Mis gibi… Kafamı kaldırıyorum ve mekanın ismi karşılıyor beni. “ Çukutala ”.

40 sayısının önemli bir anlamı vardır hayatımda. Öncelikle anneannemi hatırlatır bana. Derdi ki : “ Ne istersen, neyi dilersen 40 kere dile getir, 40 kere söyle ama kalbinden söyle. İzle bak 41.de gerçekleşmiş olacağını göreceksin.” Çocukluğumda çok kereler bunu denediğimi ve gerçekleştiğini de hatırlıyorum.

Okuduğum her kitabın, seyrettiğim her filmin, karşıma çıkan her insanın, katıldığım tüm sanatsal faaliyetlerin hayatımda özel bir anlamı olduğunu düşünürüm. Hayatıma girdiği an, her birine ihtiyacım olduğu an’dır. Benim için ve sadece bana özel mesajları vardır. O mesajları aldığım an, içimde bir şeyler çözülür akar gider sanki. Hafiflemiş hissederim bedenimi, kalbimi, zihnimi ve ruhumu…

İnsanın gönül evinin kapılarını konuklarına açma zamanının planlı olmadığını her daim yaşadığım deneyimler sayesinde öğrendim. Gönül evim çok sevdiğim bir tamlamadır ve içinde sadece kendi dilimize özgü “gönül” kelimesini barındırır. Gönüllerin birbirine kaynaştığı o güzel günler diyerek anarız bayram günlerini… Nice gönül avcıları çalmıştır kapımızı…

Bugün bir soru sordum kendime. “ Kendini tanımaya ne zaman karar verdin Zuhal? ” Gelen cevap : Kitapların dünyasını keşfettiğim zaman (sanırım 12 yaşlarımda idim) Arkasından bir soru daha geldi.“ Peki kitapların dünyasına adım attığında seni içine alan ve kendini keşfetme yolculuğuna çıkmana neden olan şey neydi? ”

Yaşamınızı gözünüzün önünden bir film şeridi gibi geçirin ve izleyin ; bir anda hayatınıza giren, beyninizde ışık yakan, sesini size duyuran ve en derinlerinizdeki bir şeylere dokunan o an’ları yakalayın ve sıkıca tutun. Sakın bırakmayın 😊. Çünkü onların size çooook önemli bir mesajı var.

Tüm okul hayatım boyunca üniversite de dahil olmak üzere Tarih, en sevdiğim derslerden biri olmuştur. Bizim dönemimiz de Tarih, Coğrafya, Edebiyat ve Din Kültürü Ahlak Bilgisi gibi sözel derslere çalışarak hazırlanırdık. Her ders öğretmenimiz bir ya da iki öğrenciyi tahtaya kaldırır bir önceki ders ödev olarak verdiği konuyu bizim anlatmamız ister, kendisi de onun üzerine detaylı açıklama yapardı. Sınavlarımızda klasik olurdu, yani test değil 😊. Devletler, Dönemler, Savaşlar hepsini tüm ayrınt

Milli bayram günlerimiz benim için heyecanın, çoşkunun, başarının, azmin, kararlılığının ve vatan sevgisinin derin anlamlarını barındırır içinde. Çocukluğumdan bu yana bayram sabahları gözlerim daha canlı uyanır, kalbim daha hızlı atar. Çok severim bu halimi. İçimdeki çocuğun en sevdiği zamanlardır. Kıpır kıpır, cıvıl cıvıl, ışıl ışıl, pırıl pırıl en doğal ve en saf hallerimizdir onlar…

Kendime şaşırdığım anlar benim için çok değerlidir. Çünkü arkasındaki mesajını merak ederim. Kendimi tanımaya, keşfetmeye ve yaşam amacımı bulma yolunda ilerlemeye karar verdiğim süreci destekleyen ve kalbimdeki kapıları açmamı sağlayan anahtarları bana getirirler.

Yıllar önce aldığım bir koçluk seansında, koçum benden kendi hayatımı konu alan bir kitap yazmamı istemişti. İlk duyduğumda hem şaşırmış hem de biraz korkmuştum. “ Kendi hayatımı anlatan bir kitap !!!! ” “ Ben kendi hayatımı nasıl yazabilirim ki ??? ”

“ Remy bir faredir. Fakat kendi türünden hatta birçok yaratılmıştan onu ayıran özel bir yeteneğe sahiptir. Koku duyusu sayesinde yiyecekleri biribirinden ayırabilir, hangisinin birleşiminin daha büyük bir lezzet yaratacağını bilir. Remy bu özelliğini ne babasına ne de klanına anlatabilmiş değildir. O, tatların mükemmel birleşiminin bir müzik gibi, ruhu uçurabileceğine inanmaktadır. Fakat babası için yemek sadece bir yakıttır ve seçici davranmak sadece içlerindeki makinenin hareketini engellemekt

Kathleen O’Meara 1864 yılında yazdığı şiirinde, şu an yaşadığımız süreci, aradan 156 yıl geçmiş olmasına rağmen, sanki öncesinden biliyormuşcasına dizelerine yansıtmıştır.

Günlerle dans ediyor Karşımda Durmadan yem yiyen tavuk Öfkesini Sanal buğday tanelerinden Çıkarıyor Zemberek gibi gergin ruhundan Boşalıyor ömrümüz Baktıkça sayılarına saatin Bir soru düşüyor aklıma Bu tavuğun zamanla işi ne

Bir Şaman öğretisi şöyle der : “ Doğada hiç bir şey kendisi için yaşamaz. Nehirler kendi suyunu içemez. Ağaçlar kendi meyvelerini yiyemez. Güneş kendisi için ısıtmaz. Ay kendisi için parlamaz. Çiçekler kendileri için kokmaz. Toprak kendisi için doğurmaz. Rüzgar kendisi için esmez. Bulutlar kendi yağmurlarından ıslanmaz.

Umberto Eco, entellektüelliğin tanımı kendisi ile yapılan bir söyleşide ; “ Eğer entellektüelden kastınız, elleriyle değil de sadece kafasıyla çalışan kişiyse, bankanın veznedarı entellektüel, Michelangelo ise entellektüel değildir. Hele bugün, bilgisayar sayesinde herkes entellektüel. İşte bu nedenle entellektüelliğin kişinin mesleğiyle veya sosyal statüsüyle bir ilgisi olduğunu düşünmüyorum. Bana göre entellektüel, yaratıcı bir biçimde yeni bilgi üreten kişidir. Yeni bir aşılama yöntemiyle elm

Epictetus ; “ Bir insanın anavatanı çocukluğudur. ” der. Dünya ya mal olmuş, şöhret olmuş, adını altın harflerle tarihe yazdırmış insanların hayatlarını incelediğimizde karşılaştığımız en önemli ortak noktaları çocukluk hikayeleridir.

Çocuk ve gençlerle ilgilenmeye kızımın hayatıma girmesi ile başladım. 12 senedir kızımda gördüğüm değişimleri takip ediyor, anlamaya çalışıyor ve bu kuşağı gerçekten biraz da kendi kuşağımla karşılaştırarak anlamlandırmaya çalışıyorum. Bir X kuşağı olarak Z kuşağını anlamak gibi bir çılgınlığa kalkıştığımın farkındayım 😊.

Son araştırmalara göre günümüzde 7 binin üzerinde dil aktif olarak kullanılıyor. Ve bunların da yüzde 90'ı 100 binden daha az kişi tarafından konuşuluyor. En fazla dil çeşitliliğine sahip olan Asya kıtası'nda en az 2 bin 200 dil olduğu tahmin ediliyor. Avrupa'da konuşulan dil sayısı ise yaklaşık 260.

NLP (Neuro Linguistic Programming), yaşamımızda üzerinde düşünmeden, otomatik olarak gerçekleştirmiş olduğumuz algılama, düşünme ve davranış süreçlerini, bilinçli hale getirme ve geliştirmede, üzerinde yapılan araştırmalar sonucunda, zihnin işleyişi ile ilgili, yetmişli yılların sonlarına doğru Amerika'da geliştirilmiş bir model ve metodolojidir.

İnsanları gözlemlemeyi çok severim. Gözlerine bakarım. Gözlerden parlayan ışığın şiddeti bazen ışıl ışıldır tıpkı güneş gibi, der ki “Ben çok mutluyum, çoşkuluyum, yaşamı çok seviyorum”; bazen de pusludur, sislidir, hafif ıslak, güneşin önüne sanki bir filtre gelmiştir, görmeyi istemediğimiz şeyler karşımızdadır , zorlar bizi ve der ki “Çok üzgünüm, yaşamak ne kadar zor, başaramıyorum, üstesinden gelemiyorum” ; bazen de sanki ateşler saçar, ışığın rengi sarıdan kırmızıya dönmüştür, karşımıza çık

İnsanoğlunun evreni anlama ve keşfetme yolunda çığır açmasını sağlayan yegane 2 olay nedir diye sorsam, hepimizin aklına gelebilecek isimlerden birisinin Newton, diğerinin de Arşimet olacağını düşünüyorum. Newton, bir elma ağacının altında dinlenirken, düşen bir elma sayesinde yerçekimini bulmuş, Arşimet ise keyifle banyosunu yaparken bir anda “ Evreka ” diyerek çırılçıplak banyodan çıkmış ve kaldırma kuvvetini bulduğunu söylemiştir.

- Değiştim. ; - Hayır, ödün verdin. Değişim, ödün vermektir. ; - Hayat, onun bize verdiği hayat değişimden ibarettir. Doğada veya kainatta hiç bir şey durağan değildir. Tanrı bile. ; - Tanrı değişmez. ; - Elbette değişir. Bize yaklaşır. Tanrı yolun, gerçeğin, hayatın kendisidir. Sürekli devinim halindedir. ; - Sürekli hareket halinde ise onu nasıl bulacağız? ; - Yolda… ; Bu diyalog son zamanlarda seyrettiğim en güzel filmlerden birine ait; “ 2 Popes ( 2 Papa) ”.

Bu aralar dilimde ve ruhumda beni uçuran, havalandıran bir şarkı var ; Yanıp sönerken ne güzeldi ; Ne güzeldi, ne güzeldi… ; Kayıp giderken ne güzeldi ; Ne güzeldi, ne güzeldi… ; Aşk.. ; Senin kalbin boş mudur? ; Çalsam evde kimse yok mudur? ; Bu Mudur?

Bu aralar yeni öğrendiğim bir Japon kadim öğretisine göre, 30 senedir taktığım gözlüğümü bırakmak üzerine çalışıyorum. Bugün tam 98 gün oldu ve gözlük takmıyorum. Dünyayı biraz buğulu görüyorum.

“ En son ne zaman saate bakmayı unuttun? ”, bu soruyu çok severim. Ara ara da kendime sorarım. Çünkü bilirim ki o anlar benim için paha biçilmez, eşi benzeri olmayan saatlerdir.

Beni heyecanlandıran, kendimi çok iyi ifade ettiğimi düşündüğüm ve tam işi alabileceğimi ya da karşımdaki kişiyi yapacağım organizasyona gelmeye ikna ettiğimi hissettiğim, ama son anda gelen olumsuz cevaplar ile kendimi yerlerde bulduğum çok zamanlar olmuştur. Bu anlar benim için büyük hayal kırıklıklarıdır.

Tai Chi felsefesi der ki ; “ Sakin ol, her zaman bir çıkış yolu vardır. Ve kendini dengede tut. Ve bunu yapar iken eğlen. Rekabet eğlencelidir. ”

Çocukluğumun Pazar günlerini hatırlıyorum. Keyifli bir sabah kahvaltısının arkasından, Pazar gazetelerinin okunma telaşı. Kim gazetenin hangi ekini kapacak yarışı. Benim kaptığım içinde bulmacaların olduğu ekti.

Hayatında hiç bikini giymemiş birine, bikini size ne kadar çok yakışır değil mi? diye sorsanız nasıl bir tepki alırsınız acaba? Tabi ki kişisine göre değişir. Peki, ben bu soruya ne cevap verirdim?.

Dans ettiğim anlar enderdir. Aslında çok severim. Ama kendime dans etmek için tüm yaşam alanıma baktığımda acaba ne kadar izin vermişimdir?

Hepimiz Hint filmlerini biliriz. Mutlaka şarkı vardır, mutlaka hint dansları vardır. Genellikle eğlenceli ve görselliği oldukça yüksek olan filmlerdir.

Bir süredir mutluluğu gerçekten hisseden insanların neyi paylaştıklarını gözlemliyorum. Bu gözlemlerim sırasında çok ilginç şeyler farkediyorum.

“Sınırlarımın dışına çıktığımı tam olarak ne zaman anladım?” , bu sorunun büyüsü aslında cevabında saklı. “Peki cevap ne?”

Yaşadığım kırılganlık cesaretimi destekliyor. Bu cümleyi idrak ettiğim an’ı çok iyi hatırlıyorum.

Siz Hala Profesyonel Destek Almıyor musunuz?

Size Nasıl Yardımcı olabilirim?

" Değişimin sırrı, tüm enerjini eskiyle savaşmak yerine yeniyi yaratmak için odaklanmandır." -Socrates

Hadi bu sırrı birlikte keşfedelim...

İLETİŞİM

Hayallere doğru bir yolculuğa çıkmaya var mısınız?