A.Einstein’ın “ Merakınızın peşinden gidin: benim özel bir yeteneğim yok. Yalnızca tutkulu bir meraklıyım." sözünü çok severim. Çünkü ben de çok meraklıyım 😊 ve aynı zamanda merak değerim ile keşfettiğim her şeyi paylaşmaktan da büyük keyif alırım.
Geçen haftalarda arkadaşımdan gelen bir youtube videosu çok ilgimi çekti ve dikkatilice izledim. Sonrasında üzerinde düşündüm ve araştırma yaptım. Araştırmalarım sırasında bulduğum şeyler, bugünden geleceğe dair bir çok şeyi sorgulamama ve insanın varoluş sürecine yönelik keşfedilecek daha çooook şeyin olacağını bir kez daha bana farkettirdi.
Bu yıl Kimya alanında Nobel Ödülü biri Fransız (Emmanuelle Charpentier) diğeri Amerikalı (Jennifer Doudra) olan 2 kadın bilim insanına verildi. Seçilen konu yaşamımızın kodları ile ilgili ve adı “Genom Modeli Düzenleme".
100 yıldan uzun süredir yapılan Nobel ödülü törenlerinde ilk kez 2 kadına birlikte ödül verildi ve yine ilk kez 8 yıl önce yapılan bir keşif seçildi. Normalde en azından içinde bir erkeğin de bulunduğu araştırma gruplarının on yıllar boyunca süren çalışmaları ödüle layık görülürdü.
Porto Riko’daki bir konferansta tanışan Emmanuelle Charpentier ve Jennifer Doudra “CRISPR-Cas9" tekniği adını verdikleri ve bilimsel literatürde “Düzenli aralıklarla bölünmüş palindromic tekrar kümeleri" olarak ifade edilen keşifleriyle bu ödülü almaya hak kazandılar.
Peki ismi bayağı havalı duran bu keşif insanlık için nasıl bir anlam taşıyor?
Kendi bedenimizi bir düşünelim. Vücudumuzda trilyonlarca hücre ve bu hücrelerin içinde de DNA olarak adlandırdığımız genetik kodumuz var. Bilgisayarların kodu nasıl 0 ve 1’lerden oluşuyor ve bunların özel dizilimi ile dijital dünyada gördüğümüz her şey oluşturulabiliyorsa, hücrelerimizin içindeki bu kodların özel dizilimi ile de organik hayattaki hemen her şeyin nasıl olacağı belirleniyor.Tipik örneği, saçımızın ve gözümüzün rengi gibi.
Jamie Metzl “ Hacking Darwin : Genetic Engineering and the Future of Humanity " kitabında insanoğlunun genetik konusunda geldiği durumu çok net ortaya koyuyor :
“ 1000 yıl geçmişe yolculuk yapıp oradan bir bebeği kaçırarak bugünün dünyasına getirseydik, o çocuk, bugünkü çocuklardan pek de farklı olmazdı. Ancak aynı zaman makinesine atlayıp geleceğe doğru 1000 yıl gitseydik, oradan getireceğimiz bebek mevcut standartlarımıza göre genetik bir süper insan olurdu. Yani diğer çocuklardan daha güçlü, daha zeki, bir çok hastalığa dirençli ve daha uzun ömürlü. Aynı zamanda sadece çok gelişmiş bir insan olmakla kalmaz ; süper keskin duygusal algılara sahip; mesela çok iyi koku alan ya da karanlıkta çok iyi görebilen hatta bazı hayvanların sahip olduğu genetik özelliklere de sahip olabilirdi. Biraz daha ileri gidelim. İnsan ya da hayvan dünyasında henüz bilinmeyen ancak tüm yaşamın büyük çeşitliliğine yol açan aynı biyolojik yapıtaşlarından yapılmış yeni özellikler bile taşıyabilirdi. "
Bu keşfin korkutucu ve etik açıdan tartışmalı pek çok yönü olmasına rağmen aynı zamanda tedavi edebileceği bir çok hastalık da var. DNA’yı canlıların bir kullanım kılavuzu olarak düşünebiliriz. Eğer bu kullanım kılavuzunu bilgisayarda hazırlamış olsaydık, onu Word gibi bir işlemci programını kullanarak yazım hatalarını bulur, seçer, siler ya da değiştiririrdik. İşte CRISPR-Cas9 tekniği sayesinde, bir kelime işlemci program gibi kullanılarak, belirli genleri silmek ve yerine yenilerini yerleştirebilmek mümkün hale gelmiştir.
Araştırmam sırasında bu keşfi yapan bilim insanlarının keşif sürecine ve kendilerine dair anlattıkları başlangıç hikayeleri çok dikkatimi çekti.
Fransız asıllı Emmanuelle Charpentier çalışmalarına Kuzey Kutbuna en yakın noktalardan biri olan İsveç’in Umea bölgesinde, moleküler biyoloji alanında yapılan çalışmaları destekleyen ve üniversite bünyesinde kurulan bir laboratuvarda başlamıştır. Kışın ortasında gündüz vakti bile karanlık olan ve adımını attığı her yerde karı hisseden Emmanuelle, ev ile laboratuvar arası karda yürürken ;
“Crisp, Crisp, Crisp, Crisp..."
olarak çıkan ayak seslerini, üzerinde çalıştığı teknik ile özdeşleştirmiş ve tekniğin isminin bir parçası haline getirmiştir.
Jennifer Doudna’nın başlangıç hikayesi ise çok manidar. Bir gece rüyasında karanlık bir odaya getirilip bir adamla tanıştırılıyor. Karanlıklar içindeki bu adam ona, CRISPR-Cas9 teknolojisi hakkında sorular sorarak, teknik ile ilgili detay bilgileri öğrenmek istiyor. Jennifer’da gayet güzel bir şekilde tüm bilgileri paylaşıyor. Bir anda yanan bir ışık, karşısında duran adamın yüzünü aydınlatıyor ve o anda dehşetle rüyasından uyanıyor. Çünkü gördüğü yüz ; Adolf Hitler’e ait.
Tüyler ürpertici bu deneyimin aslında gerçekçi bir tarafı var. Hitler, üstün ırk ya da saf ırk kavramlarına inandığı için bilim insanlarına genetik çalışmalar adı altında korkunç deneyler yaptırmış ve sonucunda binlerce insanın ölümüne neden olmuştur. Genetik alanda bugüne kadar yapılan en büyük keşife imza atan bir bilim insanının rüyasında böyle dehşet verici bir olayın sorumlusu olan kişiyi görmesi elbette çok manidar.
Peki CRISPR-Cas9 teknolojisini kullanarak bugün itibari ile gerçekten genetik olarak süper bir insan tasarımı yapabilmek mümkün mü?
Bu sorunun cevabı karmaşık. Çünkü biz insanlar karmaşığız. Bu teknolojinin içinde insanı insan yapan şeyleri değiştirebilecek potansiyel bir güç var. Fakat insan genomu ile ilgili daha pek çok bilinmeyen de var. Kısa vade de bilebildiğimiz artık genetik hastalıkları tedavi edebilecek bir teknolojiye sahip olduğumuz. Peki ya uzun vadede? 100 yıl sonra, 1000 yıl sonra. İşte orası herkes tarafından açık açık tartışılmak zorunda olan çok önemli bir konu. Çünkü bu bir silaha dönüşebilir. Bir silah dediğimiz şey nedir ki?, bir insana verebileceği en büyük zarar onu yoketmektir. Oysa bu yeni teknolojiyi kullanarak bir insanın genetik kodunda yapılacak en küçük zararlı bir düzenleme, sadece o insanın hayatını değil, ondan sonraki nesillerinde etkilenmesine neden olacaktır.
Jamie Metzl “ Hacking Darwin : Genetic Engineering and the Future of Humanity " kitabında insanoğlunun genetik konusunda gelebileceği son noktayı çok çarpıcı bir şekilde dile getiriyor :
“ Bu noktadan itibaren mutasyonumuzun çoğu rastgele olmayacak, bizim tarafımızdan tasarlanacak. Bu noktadan itibaren seçilimimiz doğal olmayacak, bizim tarafımızdan yönetilecek. Bu noktadan itibaren türümüz gelecekteki yavrularımızı bugün olduğumuzdan farklı bir şeye genetik olarak değiştirerek evrim sürecimizin aktif kontrolünü ele geçirecek."
2012 yılını Maya’lar, takvimlerinin sonu olarak gösterirken belki de insanoğlunun genetik alanında gelebileceği son noktayı hesaplayabilecek kadar üstün bir içgörüye sahiptiler ve CRISPR-Cas9 tekniğinin keşfi ile bildiğimiz anlamdaki insanlığın sonunun geldiğini bize bildirmek istediler.
Kimbilir?